SEVİNÇ ECZANESİ

17 Ağustos depreminden neredeyse bir yıl sonraydı. Temmuz'du. Afyon'daydık. Emirdağ güneşinin ayaz gibi yakan sıcağı altında önce tere sonra toza sonra yine tere bulanarak akşamı zor etmiş bir koğuş dolusu bedelli askerin burunları, kulakları evvela kızarmış, yanmış şimdi de su toplamıştı. Acımadan vuran postallardan ayakları da öyle. Bırak ilacı su yoktu. Eğitim boyunca çeşmeleri kontrol ediyor gibi açıyor, suları şakır şakır akıtıyorlardı. İstirahat düdügü çalar çalmaz askerler musluklara koşuyorlardı. Tıssss. Tuvaletlerde de su yok. Bunu niye yapıyorlardı? Herhalde eğitimin bir parçasıydı bu da. İstanbullu zayıf, uzun bedelli hazırlıklı gelmişti. Saçlarını üç numaraya kendi vurdurmuştu. Pek de meraklıymış diye alay etmişlerdi muhakkak. Bedelliydik, saçlar kesilmeyecekti ki. Kesilen sulardan önce lüle lüle saçları el makinasıyla hamamda koyun gibi kırkılınca işin ciddiyetini anladılar ama beş dakikaya kalmadan tozdan boyası görünmeyecek olan botlarını yatmadan evvel mutlaka gıcır gıcır boyayan bu İstanbullu, televizyoncu muymuş neymiş, ellerini, ayaklarını yatmadan önce niye pudralıyor, sabah akşam ıslak hasta bezleriyle niye temizleniyor, eğitimden önce koruyucu kremi, gece yanık kremini ayrı niye sürüyor, postalların vurduğu yerlere de yara bantlarını niye baştan yapıştırıyordu? Önce bununla da alay edip güldüler ama zor oyunu bozunca utana sıkıla yanaştılar, ezile büzüle eczane çantasının önünde kuyruğa girdiler. Çantanın üstünde Sevinç Eczanesi yazıyordu ve içinde herkese yetecek kadar malzeme vardı. Eczacı Sevinç "Koy çantana bulunsun, fazlasını arkadaşlarına verirsin" demişti. Sevinç Abla'nın depremde vefat eden annesi Çanakkaleli Suzan Arslan'ın ruhu için sessizce dua etti o askerler, ilk çarşı izninde yedikleri yemeğin parasının da Sevinç Abla tarafından ödendiğini öğrenince. Bilsinler istemezdi elbet ama söylemek zorunda kalmıştım, yoksa kabul etmeyeceklerdi. "Annemin ruhu için ilk çarşı izninde yemek paralarını sen öde" diye tembihlemişti parayı verirken. Elbette bana biraz daha para vermek için bulunmuş ince bir yoldu bu da.

Üç eczane ve üç eczacı sayesinde bedelli askerlik yaptım. "İşini kaybetme, ödersin" dediler. Birlikte ödedik bedeli. Hem çok para istiyorlardı o zaman hem hiç param yoktu. Gündoğar Eczanesi, Engin Gündoğar. Asım Hamdi Arca Eczanesi, Mehmet Toplar ve Sevinç Eczanesi, Sevinç Öztürk ömür boyu sürecek Türkiye nöbetlerimin gizli yeminini ettirdiler. İyilik askerliğinin gizli komutanları oldular. Sevinç Abla vefa cumhuriyetinin sonu gelmez komutanlarından biriydi. Tıpkı Türkçe ordusunun generallerinden biri olan kardeşi Sevim Hoca gibi. Kadın kahramanlar, yorulmak bilmez Anadolu'nun Halide Onbaşı'ları, Çalıkuşu Feride'leri, memleket nöbetini devralıp duruyorlardı işte. Eczaneler Adapazarı'ndaydı. Sevinç Abla'nın eczanesi ise İzmit'te. Devlet Hastanesi'nin karşısında. Masası en dipte, karşıda. Koltuğunda oturur, büyük bardakta çayından bir yudum alır, boynuna asılı gözlüğünü takar, reçeteyi inceler, kalfaya tarif eder veya söyler, ilacı verir, hastanın yahut yakınının gözünün içine şefkatle bakar ve mutlaka gülümserdi. "Geçmiş olsun" der ve gülümserdi. Arkalarından şifa ayetleri okur gibi, efsunlu birşeyler mırıldanır gibi bakar, kendini onların yerine koyar, hastalanır, sancılanır, ateşlenir, için için sayıklar gibi bakar, gözleri çaresizlikle bulutlanır, yoklukla, hastalıkla, ölümle onların yerine sanki pazarlık eder, kahırla yüklenir yorulur, sonra yine önce gözleri sonra yüzü Rahman ve Rahim olanın mededi inayetiyle aydınlanır, ışıldar, Eczacı Sevinç yine gülümserdi.

Gülümserdi. Yağmurda şemsiye mi yok? Güneşte mi kaldık? Ekmek mi bayat? Yol mu uzadı, trafik mi sıkıştı? Gülümserdi. İşler mi kötü gidiyordu, her sabah bu yorucu ilaç dükkanı mı açılacaktı, takat mi yetmiyordu? Gülümserdi. Bir Çetin Altan yazısı mı okudum? "Ne güzel yazıyor" der. Bir Hadis mi söyledim? "Ahh nerde bu Müslümanlık?" diye hayıflanır, üzülürdü. Milli Mücadele yıllarından bir hatıra mı aktardım? "Cumhuriyetimiz" der başka birşey demez, tarifsiz içlenirdi. Hz. Ali demen, Mustafa Kemal demen, Çanakkale demen kafiydi gözlerinin yaşarmasına ve yeşermesine. Ufacık bir kasaba köftecisinde küçücük bir masada mıyız? Sanırsın sarayda sofra kurmuşuz. Neşeyle gülümserdi. Bir gün elim boş gitmeyeyim dedim, yolumun üstünden bir dükkandan bir kutu baklava götürdüm. Bir dilim aldı. "Şahane" Bir dilim daha. "Ben böyle baklava yemedim" Allah Allah. Bir dilim de ben aldım. Nesi şahane? Bildiğin baklava. Hatta gayet sıradan bir baklava. Acıyı bal eyliyordu, baklavayı ne yapmazdı? O "şahane" dedikçe her gittiğimde o baklavadan götürmek şart oldu, ilginçtir baklavacı da meşhur. (Kaymak mübarek diyerek kireç yiyin, kireç kaymaktan tatlı olmazsa bana gelin.) Gelibolu'dan dönüyoruz, Bayraklı Baba'yı ziyaret etmişiz, al bayraklarla donanmış içi dışı, Muhammediye müellifi Bican kardeşleri görmüşüz, denize bakmışız, daha ne ister? Babadağ'da birden bir kar. Kaldık mı mahsur? Zor zahmet bir ocak başı bulduk bir kamyoncu durağında. Dışarıda göz gözü görmüyor, yol iyice kapandı, üstümüz incecik, ateşte odunlar çıtır çıtır, Sevinç Abla kıkır kıkır. Gülümserdi demiştim. Gülerdi de. Sevinç Abla'nın elbette en çok Sevim Hoca'nın bu tebessüm mucizesinin kaynağını daha yeni tekrar ziyaret ettiğim Gelibolu'da, Ahmed ve Mehmed Bican Efendilerin türbesinde keşfettim sanırım. Kabirlerinden sonsuz bir neşe fışkırıyordu. Yokluk yıllarında kocası üzülmesin, darlık çekmesin diye başka başka işler yanında elinde kemer işlediği zor günlerin akşamlarında birlikte neşeli şarkılar söylenecek sofralar kuran anneleri Suzan Hanım kadar bu fedakar kadını aşkla seven babaları Haydar Usta'nın (Tank Palet'de ustadır) çocuksu iyiliği de elbet ruhlarını mayalamıştır ama babalarını çocuk yaşta kaybetmiş iki kızkardeşin nefes almak kadar tabii neşelerinde şehitler ve evliyalar nefesi, bereketi vardır. İyi kadınların neşesinde iyi annelerin, babaların ve evliyaların mayası yok mudur zaten? Anadolu insanı bundan başka nedir ki?

Sevinç Abla. Demek bu sene 17 Ağustos'u beklemeden gittin. Bir sene daha aynı acıyla yanmaya dayanacak gücün kalmamıştı demek.

Demek sen de gittin Sevinç Abla. "Kalmamış artık bir sevincim." Sen de gittin ve bir daha, daha bir eksildi gülümsemek. Gözlerinin içi gülmek. Demek sen de gittin. Demek dantel masa örtüsü de gitti denize bakan masadan. Kristal vazo da gitti. Sürahide ışıldayan su. Denizden esen ince hava, o tatlı rüzgar da. İnce saz, ince belli bardaklar, incecik akşamlar da. Bahçeden kat kat kırmızı güller de gitti demek. Bir temiz deniz, bir güzel yanı vardı ömrümüzün, demek o da gitti.

Medarı maişet motoru durmasın diye didinip duruyoruz. Can yıpratan, gönül yoran gaileler. Medarı aşk motoru da yorgun. Asıl o durursa fena. Öğrenemedik gitti asıl ne kıymetlidir. Bak işte yavaş yavaş yolun sonu görünüyor. Bir bir birikiyoruz, suları koşuşan bir şelaleden düşerek koyu gölgeli serin bir koyakta. Bir gece yarısı sosyal medyadan alıyoruz acı haberi. Tam da 17 Ağustos gecesi. Harfleri tek tek kontrol ediyoruz son bir umutla. Harfler doğru. İsim doğru. "Canım ablam" yazıyor, "dün gece" yazıyor, "vefat" yazıyor, "ikindi namazından sonra" yazıyor. Harfler doğru, kelimeler doğru. İnsan ne okumayı kabulleniyor oysa ne duymayı bir ölüm haberini. Behçet Necatigil "Ben uzaklarda olmalıyım, çok uzaklarda / Acılar unutulduktan sonra / Dönmeliyim." dememiş boşuna. "Kimse anlamaz derdimi / Ben uzaklarda olmalıyım, çok uzaklarda / Bir yakınım öldümü." Uzaklardaydım. Çok uzaklarda. O gece daha önce görmediğim bir karaltı ama nurani, fakat acı bir haberin gölgesi düştü rüyama. İnsan kondurmuyor. Halbuki hatırlıyoruz sevdiklerimizi. İçimizden. Telefon elimizde hep, insanlar aklımızda, sesleri uzak, gözleri uzak, sıcaklıkları içimizde.

"Ufuk ufuk dedikleri uzakta bir çizgi. Asıl ufuk bir dostun gözlerinin içine bakarak konuşabilmektir." der Yahya Kemal. Dostlar uzakta, ufuklar kadar uzakta. Harfler doğru, kelimeler, tarihler. İnsan yanlış, meşgale yanlış, yaşadığımız hayat. Kapılmış gidiyoruz.

İstanbul'a, Eczacılık Fakültesine Gelibolu'dan kalkan bir gemiden hüzünle el sallayarak gidiyordu Sevinç. Ayrılık gecesi de Kaptanzade Ali Rıza Bey'in bestesi, Ömer Bedrettin Uşaklı'nın güftesi, Hicaz şarkıyı söylüyordu:

"Kapıldım gidiyorum bahtımın rüzgarına

Ey ufuklar diyorum yolculuk var yarına

Ayrılık görünmüşken yar tutmuyor elimden

Misafirim bugün ben gurbet akşamlarına"

Gemi gidiyor. Misafiriz hepimiz bu gurbet akşamlarına. Nihayet bir gün ya sabah bizsiz başlayacak güne ya gece bizi çıkarmayacak yarına. Ya gördüğümüz son gün batımı olacak bu gurup, ya gördüğümüz son sabah o seher. Bir günlük ömrümüz. Arada bir yerdeyiz ve daha vakit var sanırken düşüvereceğiz o suları koşuşan şelaleden, gölgeli serin koyağa.

Bize bir eczane lazım. Bir iyilik eczanesi. Bir güzellik eczanesi. Bir merhamet eczanesi. Raflarında hep şefkat, hep şükür, hep fedakarlık, hep mutluluk şişeleri. Ağrı kesicileri, uyku hapları bile hep aynı etken maddeden. Sevgiden. Sevinçten. Aşktan. Bize bir sevinç eczanesi lazım. Bir tane vardı. Gülümsüyordu. Gülüyordu. Sevinç. Her ilacın yanına mutlaka biraz da sevgi koyuyordu. Böyle bir eczane vardı. Sevinç Abla'nın eczanesi. İzmit'te, Devlet Hastanesi'nin karşısında. Sevinç Eczanesi.

Eczacı Sevinç Abla, eczacı değil eczaydı. Kendisi derde deva, ruha şifaydı. Evet, gülümserdi. Hep gülümserdi.

Gülümsemesi ilaçtı.

(10 Ağustos gecesi ahirete doğan Eczacı Sevinç Öztürk, annesi deprem şehidi Çanakkaleli Suzan Arslan ve bütün 17 Ağustos Marmara deprem şehitlerinin hatıraları için birer Fatiha niyazıyla. Mekanları cennet, makamları âlî, ruhları ebed müddet ferahnak olsun.)

# YAZARIN DİĞER YAZILARI

Yazar Cihat Zafer - Mesaj Gönder


göndermek için kutuyu işaretleyin

Yorum yazarak NetGaste Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan NetGaste hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Haber ajansları tarafından servis edilen tüm haberler NetGaste editörlerinin hiçbir editöryel müdahalesi olmadan, ajans kanallarından geldiği şekliyle yayınlanmaktadır. Sitemize ajanslar üzerinden aktarılan haberlerin hukuki muhatabı NetGaste değil haberi geçen ajanstır.